Açlık Oyunları ilk filmin üstünden geçen sekiz yıla rağmen popülerliğini koruyor. Bütün oyuncuları özenle seçilen, en son tekniklerin kullanıldığı filmlerin gölgesinde kalan kitaplara ise büyük haksızlık ediliyor. Zaman sınırlaması ve görsele hitap etme endişesi sebebiyle filmlerde izleyicinin düşünme faktörü geri plana itiliyor. Kitaplarda ise bu durum tam tersi bir hal alıyor, okuyucu her satırı her sayfayı zihninde canlandırarak en ince detayıyla düşünme fırsatı yakalıyor. Filmlerdeki görsel şölen bir yana serinin kitapları satır aralarına dikkat edilerek okunduğunda insanı şaşırtıyor. İlk bakışta fark etmesek de Açlık Oyunları günümüz dünyasından derin izler taşıyor. Serinin üç kitabını da okuduktan sonra yazarın analiz gücüne, dünyanın dört bir yanında yaşananları kendi kurgusuna oturtma yeteneğine hayran kaldığımı itiraf etmeliyim.

Kitaplarda “bence” gerçeklerden alınan kısımlara gelecek olursak; açlık sınırındaki insanların, zenginlerin artık daha fazla yiyemeyecek noktaya gelmeleri için gıda üretmesi yabancısı olduğumuz bir durum mu? İtiraf edelim ki “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” artık dile getirilmese de hala varlığını sürdürüyor. Seride insanların ayrıldığı 12 mıntıkanın Arap Baharı meselesine gönderme yaptığı kitaplar ilk çıktığında gündeme gelse de üstünde fazla durulmadı. 25. kare gibi insanı paranoyaya sürükleyen konuları araştırmaya kendini adayanlar tarafından dikkat çekilen bir diğer konu ise mıntıkada yaşayanların sürekli gözetim altında tutulması.

Afrika ülkelerinde sağlık kontrolü sağlanması adı altında insanlara yerleştirilen çipler, uydu ve trafik kameralarıyla 7/24 izlenen sokaklar yaşamımızın bir parçası halini almasına rağmen beyaz perdede görünce rahatsız oluyoruz. Günlük hayatın içinde maruz kaldığımız için görmezden geldiğimiz korkunç kısıtlamaları hayali bir dünya ile gözler önüne seren Açlık Oyunları herkes tarafından satır aralarına dikkat edilerek okunmalı.

Leave a Reply